30 Ağustos 2014 Cumartesi

FAKİRLİK TRENİNE BİNDİM ZENGİNLİK DURAĞINDA İNECEĞİM



"Merhaba Meltem Hanım, bugün seansa biraz gecikeceğim kusura bakmayın, yanlış metroya binmişim." 

Bu yazının konusu danışanımdan da izin alınarak, çalıştığım seansın üzerine oluştu. Danışanım seansa gecikeceğini bildiriyordu çünkü yanlış metroya binmişti. Ona vaktimin olduğunu söyledim. 20 dakika gecikerek seansa gelmişti. Kıssadan hisse, aramızda geçen bir takım diyalogları, danışanımdan da aldığım izinle sizinle paylaşıyorum. 

Danışan: Çok özür dilerim. Hangi istikamete giden metroya bindiğime dikkat etmemişim, kusura bakmayın, geciktim.
Ben: Önemli değil vaktim vardı. Peki bir şey merak ettim; yanlış bindiğinizi nereden anladınız?
Danışan : Yanlış yere vardığımda farkettim ki, metronun hangi istikamete gittiğine dikkat etmemişim.
Ben: Bunu farkettiğinizde ilk olarak ne yaptınız?
Danışan: "Nasıl bu kadar basit bir hata yapabilirim" diye düşünüp tek başıma gülmeye başladım.
Ben: Peki ya sonra?
Danışan: Ilk durakta indim ve geri dönüp diğer metro hattına binmek üzere yeni bir metroya bindim.
Ben: Ve sonra?                                                                                                                                Danışan: Sonrası 20 dakika gecikerek buradayım.                                                                              Ben:Tekrar hoşgeldiniz. Bugün mali konular üzerinde çalışmak istediğinizi söylemiştiniz doğru mu hatırlıyorum?
Danışan: Evet evet, doğru hatırlıyorsunuz. Şu anki işimi çok seviyorum biliyorsunuz ancak gelirimi arttırmak ve artık hakettiğim miktarda parayı kazanmak istiyorum.
Ben: Peki bu varmak istediğiniz arzunuz için hangi istikamettesiniz?
Danışan: Nasıl yani? Anlamadım tam olarak, tabii ki doğru istikametteyim!
Ben: Demek istiyorım ki, şu anda içinde bulunduğunuz metro, sizce sizi, bu hedefinize götürecek olan metro mu? Yani her şeyiyle doğru metroya bindiğinize emin misiniz?

 Danışanlarımla her seansta olumlu tutum konusu üzerinde durduğumuz için farkediyor ve bir anda kahkaha atıyor. "Tamam" diyorum içimden "farkındalık oluştu, sıra engellerini ortadan kaldırmakta".

Ben: Para konusunda sıklıkla neler söylüyor, neler düşünüyor, neler hissediyorsun? Hadi gel ufak bir psikodrama çalışması yapalım. Düşünün ki şimdi ben parayım, neler hissediyorsun? diyorum ve başlıyor benimle, yani parayla iletişim kurmaya.
Danışan: Sanki hem gelirimi yükseltmek istiyorum, hem de parayı istemiyorum. Sizi para olarak düşününce bir an kendimi layık görmedim. Sanki ben çok para kazanmayı haketmiyorum gibi hissediyorum. Ya da ne bileyim sanki çok para kazanınca ben de mi patronum ya da diğer zenginler gibi olacağım?

"İşte" diyorum içimden, kıtlığa götüren, bolluktan uzak tutan düşüncelerden biri takıldı ağımıza.
Ben: Çevrende zengin olan, gelir düzeyinin iyi olduğu insanlar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Danışan: Hepsi birilerinin tepelerine çıkarak buralara gelmişler işte?
Ben: Peki tüm zenginlerin hepsi mi?
Danışan: Hayır aslında hepsi değil. Mesela amcam çok zengin bir adam ve işini çok dürüst ve hakkaniyetli bir şekilde yapıyor.
Ben: O halde bu genellemeyi kırabilir miyiz? Sanırım zengin olmak için illa ki birilerinin tepesine basmak gerekmiyormuş, öyle değil mi?
Danışan: Evet aslında.
Ben: Peki bu inancını, genellemeni değiştirsek paraya bakış açın nasıl olurdu sence?
Danışan: Sanırım parayı sevmeye başlıyorum ( diyor ve gülüyor)
Ben : Hedefiniz için doğru metroda olduğunuzu düşünüyor musunuz hala?
Danışan: Birine aşık olmadan evlenmeye kalkmışım da haberim yokmuş ( gülüyor) Sanırım şu an doğru durağa yol aldık.
Ben: Kesinlikle doğru yoldayız.

             Onu sınırlayan inançlarını, düşüncelerini, dilediği hedefe ulaşmasını engelleyen genellemelerini kısacası engellerimizi belirliyoruz ve başlıyoruz, sınırlayan inançları değiştirmeye... Konu para ya da ilişkiler olunca dinamikleri bolca oluyor ve ben yine her seansımda yaptığım gibi Richard Bandler ve John Grinder'a bizi NLP gibi muhtesem bir araçla tanıştırdığı için teşekkür ediyorum. Vaktimizin el verdiği sürece çalışıyoruz. Dediğim gibi para konusu çok dinamikli, geleneksel inançlarımızdan tutun, toplumsal baskılarla en fazla karşılaştığım alanlardan biri. Öyle değil mi şöyle bir düşünün, "Çok mal haramsız, çok laf yalansız" olmaz gibi atalarımızdan miras kalan sınırlamalarımız da mevcut iken, bir de zenginliğe, paraya "elinin kiri" olarak bakan bir toplumuz, ancak bir o kadar da parayı istiyoruz.Yanlış metroya binip doğru istasyonda inmeyi hedefliyoruz, tığkı danışanımın yaşadığı gibi. Kendi istediğimizin önünde duran tek engel biziz ve bizim inançlarımız ve genellemelerimiz. Danışanımda da durum böyleydi. Parayla olan ilişkisinde, kendisine vermek için müsaade ediyordu ancak geçmişten getirdiği, kendisinin bile seansa kadar bilmediği, almakla ilgili bu kadar küçüklüğüne dayalı bir anısı olduğunu bilmiyordu (Hikaye kısmı danışanımın ricasıyla gizli tutulmaktadır). Tabii ki belirli taahhütlerde bulundu, seansta zaten almakla ilgili olan bilinçaltındaki, onu sınırlayan olayın deneyimini değiştirmiştik ancak kendisinin de bakımını yapması ve bu yeni, kendisini hedefe götürecek olan gerçeklik üzerinde çalışması gerekiyordu. Bir hafta sonraki seansa kadar almayı deneyimleyemek için kendine söz verdi. Akşam beni aradığı ve heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladı.

"Meltem Hanım inanmayacaksınız ama sizin yanınızdan çıkar çıkmaz bir arkadaşımla karşılaştım, evime bırakabileceğini söyledi, önceden olsa kibarca teşekkür edip geri çevirirdim, bunu demek yerine, memnuniyetle kabul ettim, yolda yemek yemeye karar verdik hatta. Arkadaşımla güzel bir yemek yedik ve tüm hesabı ödemek istedi. Yine eskiden olsa kesinlikle kabul etmezdim, şimdi benimle paylaşmalarına memnuniyet duyarak kabul ettim. Bir sonraki buluşmayı bile ayarladık. Ve beni evime bıraktı." dedi.  Danışanım almayı ve bolluğu deneyimlemeye başlamıştı bile, seanslarımızda bizim için en önemli olan şey arzulanan durum için en kısa sürede sonuçlar almaktır. Kendisine çok mutlu olduğumu belirttim ve başarısından ötürü kutladım.

Tüm bunlar bir seanstan çıkan notlardı. Kim bilir hayatta buna benzer, hayalimizdeki durumları yaşamamızı engelleyen, ne sınırlamalar koyuyoruz, nelerden mahrum bırakıyoruz kendimizi. Evet siz paraya nasıl bakıyorsunuz? Para hakkında sıklıkla neler söylüyorsunuz? Zenginlik deyince ne hissediyorsunuz? Bir düşünün bakalım sizde doğru trende misiniz?


Not: Bu yazıyı yazmama sebep olduğu ve diyalogları paylaşmama müsade ettiği için sevgili danışanıma çok teşekkür ederim. Kendisinin ricasıyla kimliğini gizli tutuyorum ancak bu teşekkürümü okuyacaktır.

Sevgilerimle

Meltem Karataş

29 Mayıs 2014 Perşembe

BİR ZÜMRÜD-Ü ANKA EFSANESİ


Efsaneye göre Simurg (Zümrüd-ü Anka), bilgi ağacının dallarında yaşar ve akıllara gelebilecek her şeyi bilirmiş. Öyle ki, bütün kuşlar ona inanır, başları sıkıştıkça Simurg’un kendilerine yardım edeceğini, onları hep zor durumlardan kurtaracağını düşünürlermiş.
Zümrüd-ü Anka, öleceğini hissettiği zaman kendisine ağacın kuru dallarından bir yuva yapar ve hiçbir zaman ne olduğu anlaşılmayan bir yapışkanla yuvayı sıvarmış. Yuvanın içinde ölümü beklermiş. Ta ki güneş bütün görkemiyle ortaya çıkıp, kuru dalları yakıncaya kadar… Simurg oluşturduğu yuvada yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğarmış…
Bu kısır döngü sürerken, kuşların başına bir gün öyle bir talihsizlik gelmiş ki, Simurg’tan yardım istemeleri gerekliymiş. Birden Simurg’un uzun süredir hiç görünmediğini fark etmişler. Öyle çok beklemişler ki yuvasından çıkıp havalanacağı anı… Sonunda umudu kesmişler. Tam her şeyin bittiğini düşündükleri bir anda, çok uzaklarda ki bir ülkede, Simurg’un kanadından bir tüy bulunmuş. Umutları yeniden yeşeren bütün kuşlar, birlik olup O’nun yuvasına gitmeye karar vermişler…
Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üstünde olan, görkemli Kaf Dağı’nın ta tepesindeymiş. Oraya ulaşmak için, yedi dipsiz vadiyi geçmek gerekiyormuş. Bu vadiler öyle zorluymuş ki yolda bir sürü kuş kaybolmuş…
1. vadi “NEFS” vadisi
Vadiye giren kuşlar öyle şaşırmışlar ki, burası sanki bir cennetmiş. Her şey varmış. Bir anda her şeyi isteyebileceklerini fark etmişler.. Hiç sınır yokmuş. Zevke, sefaya, bütün emellerine kavuşabilirlermiş. İnsanları anlatan masallarda ki gibi; çalışmadan, uğraşmadan mevki makam sahibi bile olabilirlermiş. Öyle çok kuş vadinin sihrine kapılmış, öyle çok şey istemiş ki… Bu vadide bir sürü kayıp vermişler.
2. vadi “AŞK” vadisi
Vadiye girince bütün kuşların gözünü bir sis kaplamış. Gördükleri biçimsiz şekilleri, taşları, odun parçalarını, birer sülün, birer kuğu sanmışlar. Gözleri kör olmuş. Kapılmışlar, sürüklenmişler…
3. vadi “CEHALET” vadisi
Her şey güzel gelmiş gözlerine… Simurg Anka kuşunu bile unutmuşlar. Nereye gittiklerinin ne önemi varmış ki. Orada da gökyüzü, burada da gökyüzü. İlginç nesneler görmüşler, kaya mı ağaç mı ne fark edermiş ki. Önemsemedikçe düşünmemişler. Düşünmedikçe unutmuşlar. Unuttukça yükleri hafiflemiş, gülümsemeye başlamışlar…
4. vadi “İNANÇSIZLIK” vadisi
Vadiye girdiklerinde birden her şey anlamını yitirmiş. Ne olacakmış ki Simurg’u bulsalar. Kesin öleceklerini iddia edenler olmuş. Simurg’un çözüm bulamayacağını söyleyenler olmuş. Bu kadar yolu boşa geldiğini, emeklerinin boşa gittiğini düşünenler olmuş. Kanadı yaralanan bir kuşun aşağıya düştüğünü, hepsinin başına geleceğini bağıra bağıra söylemişler. Yolu tamamlayamayacaklarını ya da tamamlasalar da hiçbir işe yaramayacağını söyleyip geri dönmüş bir sürü kuş…
5. vadi “YALNIZLIK” vadisi
Vadiye giren bütün kuşları korku salmış. Sadece kendileri varmış gibi endişeye kapılmışlar. Acıkan sadece kendi karnının doymasını düşünmüş. Tek başına avlandığı için de başarılı olamayıp daha büyük hayvanlara yem olmuş. Her biri kendi başına hareket etmiş ve yönünü bulmaya çalışmış. Sanki kimse yokmuş gibi yapayalnız hissetmişler. Oysa ki milyonlarca kuş aynı amaç için uçuyorlarmış…
6. vadi “DEDİKODU” vadisi
Vadinin her köşesinde fısıltılar duyulmaya başlamış. En arkada ki kuş, Simurg Anka’nın yeniden doğuşta tüylerinin yandığını söylemiş. Öndeki kuş bunu duymuş, yanan tüylerin tekrar çıkmadığını söylemiş. Bir öndeki kuş bunu duymuş, yanan tüyleri çıkmadığı için Simurg’un gizlendiğini söylemiş. Bir önde ki kuş bunu duymuş, morali bozuk olduğu için Simurg’un, saklanırken, onu görenlere zarar verdiğini söylemiş. Daha öndeki kuş bunu duyunca, herkese zarar veren Simurg’un, dayanamayıp kendini öldürdüğünü söylemiş. En öndeki kuşa, gitmeye gerek kalmadığı, Simurg’un toprak olduğu bilgisi gelmiş. Bir çok kuş geri dönmüş…
7. vadi “BEN” vadisi
Bütün kuşlar vadiye girer girmez, içlerinde değişik bir his uyanmış. Kiminin kanadı biçimsiz gelmiş kimine. Diğeri, her şeyi bildiğini iddia etmiş. Yanlış yoldan gidiliyor diye kargaşa çıkmış. Her kafadan bir ses çıkmış. Herkesin fikri varmış ve doğruymuş. Sanki milyonlarca farklı yol varmış gibi…Hepsi en önde lider olmak istemiş, öne geçmek için birbirlerini ezip durmuşlar… Ta ki vadiden çıkana “BEN”den uzaklaşana kadar…
Ve nihayet vadiden Kaf Dağı’na vardıklarında, dünyadaki bütün kuşlardan geriye sadece 30 tane kalmış. Zorlu vadilerden geçen bu 30 kuş, yuvaya vardıklarında bir de öğrenmişler ki SİMURG ANKA “OTUZ” demekmiş. Onların hepsi Simurg’muş. Yani kurtarıcı, bilge, mükemmel kuş; bu yedi vadiyi geçen kuşmuş.
Nefsine hakim olan, körü körüne bağlanmayan, düşünen, kendini geliştiren, kendine ve başaracağına inanan, hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini bilen, yalnız olmayı tercih etmeyen, dedikodu yapmayan ve en önemlisi egosunu eğiten kuşlar Simurg’muş…
Küllerinden yeniden doğan Zümrüd-ü Anka Kuşu…
İşte Simurg'un, Phoenix'in, Zümrüd-ü Anka'nın efsanevi hikayesi...
Efsaneler, hikayeler, masallar her zaman beni çok etkilemiştir. Ancak bu sefer en etkilendiğim efsanelerden olan ve adına şiirler yazılan, eserler bestelenen, filmler çekilen Simurg'u yani Zümrüd-ü Anka' yı yazmak istedim. 
Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde Eurovision şarkı yarışması gündemlere konu olmuştu. Ben de yıllardır takip ederim Eurovision'u, merak ederim ülkelerin kendilerine has neler ürettiklerini ve onları araştırmak hoşuma gider. Bu yıl birinciliği, bana kalırsa çok açık ara farkla hakeden Avusturya göğüsledi. Avusturya'nın şarkısı; gerek sözleri, gerek müziği ile beni çok etkiledi. 
Tabi sadece müzikleriyle gündeme gelmedi Avusturya. Herkesi bir telaş aldı, temsilcisi Conchita Wurst' a bir etiket yapıştırmak için. Kimisi "Böyle erkek mi olur mu kardeşim?" , "Yok yok dünyanın çivisi çıkmış." gibi yorumlar yaparken, basında "sakallı kadın" gibi söylemler yer aldı. 
Şarkıyı dinlediğim AN'dan itibaren de benim aklımı Zümrüd-ü Anka hikayesi esir aldı. Aslında hepimizin içinde mucizevi bir zümrüdü anka vardı ve o vadiler arası yolculukta tüm bunları unutup  vadilerin büyüsüne kapıldığımızdan, özümüzün mükemmelliğini, hayatımızın asıl amacını unutmuştuk. Hatırlamak elimizde yeterki yolculuğun sadece ve sadece bizim yolculuğumuz olduğunu farkedelim ve kemerleri bağlayıp yolculuğun tüm sorumluluğunu alalım. Başkalarının yollarına bilerek ya da bilmeyerek müdahale ettiğimizde, etiketler yapıştırdığımızda, eleştirdiğimizde kendi içimizdeki mükemmel parçayı adeta o dipsiz vadilere kendi ellerimizle gömüyoruz. Çünkü bilmiyoruz ki, istemediğimiz, beğenmediğimiz, ötelediğimiz her şey biziz ve onlar bizi biz, Zümrüd-ü Anka' yı da mucizevi yapan parçalar. 
Zümrüd-ü Anka; nefsin, aşkın, cehaletin, inançsızlığın, yalnızlığın, dedikodunun ve egonun bütünüydü çünkü. Tüm bunları bilen, farkında olan, kabul eden ve tüm bunları mucizeye dönüştürendi. 
Şimdi karşımızda 2014 Eurovision şarkı yarışmasında "Rise Like a Phoenix" şarkısıyla bize ısrarla, Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmayı söyleyen ve kitlelerin etiket koymaya çalıştığı bir "İNSAN" var. Ve gerek müziğiyle, gerek sözleriyle ve bütünüyle beni çok etkileyen, aklıma Zümrüd-ü Anka'yı getiren bir "İNSAN"  vardı o sahnede.
Tabi ki tüm bu yaşananlar tesadüf değil. Ben altın çağ yükselişinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bi tarafta kaoslar yaşanırken bir başka tarafta küllerinden yeniden doğan efsaneler yaşanıyor. Tüm bunları belirleyen vadileri aşarken ki kararlılık, sükunet, kabullenme, sabır ve inancımız. Ve evet dünyanın çivisi filan çıkmıyor. Yaşananlar ısrarla o çivinin de, iyinin de, kötünün de ta kendisi olduğumuzu bize gösteriyor. Farkedenler vadiler arasında mucizevi Simurg'da kendini bulma yolunda ilerliyor, kimileri dipsiz vadilerde kayboluyor. Yolculuk yine de her zaman devam ediyor.
Ve Zümrüd-ü Anka kuşu her zaman küllerinden yeniden doğuyor...
Herkese kendi yollarında kolaylık, ihtişam, huzur ve sağlık dilerim. 
Eee bu kadar bahsettim dinlemediyseniz, buyrun efendim şarkıyı bir de siz dinleyin.
Sevgilerimle...

9 Nisan 2014 Çarşamba

DARTH VADER ANAKİN' E KARŞI



     Dikkat yazı spoiler içerir! Star Wars’u henüz izlemediyseniz ve izlemek istiyorsanız, izleyip öyle okumanızı tavsiye ederim. Ya da siz bilirsiniz, okumak isterseniz okuyun gitsin...

  
     Star Wars izleyenler çok iyi bilirler; güçlü, azimli, engel tanımayan, duyuları keskin, inançlı,  belki de gelmiş geçmiş en büyük Jedi’lardan biri olacak Anakin’in, karanlık tarafa geçip, aydınlık yanını göremeyecek kadar gözlerini nasıl kör ettiğini... Tüm bunun sebebi Yoda’nın da en başta minik Anakin’de yoğun bir şekilde hissettiği korkudur. Master Yoda bilir ki, korku öyle bir illettir ki, karanlık tarafa geçmenin en kaygan, en rahat geçiş yoludur, bilir ki korku insana her şeyi yaptırabilir, karanlık tarafa kolayca geçtirir. Anakin’i Jedi yapma konusunda epey kafa patlatırlar ancak Jedi Konseyinin bildiiği bir kehanet vardır ki, bu kehanete göre Anakin güce denge getirecektir. Ve Anakin, Jedi eğitimine başlar…

     Buradan sonrasını izleyen herkes biliyordur, burada oturup flmi anlatmayacağım ancak bana göre; Star Wars ülkece içinden geçtiğimiz şu durumu en iyi anlatan filmdir. Hatırlamayanlara tekrar izlemelerini şiddetle tavsiye ederim. Anakin, derinlerinde hissettiği “korku” yüzünden, karanlık tarafa geçecektir. Çünkü bunun başka yolu yoktur. Kaybetmekten kaçarak, kazanmaya varabilmemiz mümkün değildir. Ama biz izleyici olarak tüm seriyi en baştan izleyip “filme yukarıdan bakabiliyoruz”. Adeta karanlık tarafa geçen Anakin’e, Darth Vader olsa da, arkasındaki hakikati görüp, filme yukarıdan bakıp şevkat, sevgi besleyebiliyoruz. Çünkü biliyoruz ki, annesinden küçük yaşında kopmasaydı belki, kaybetme korkusu bu denli kendini göstermeyecekti, biliyoruz ki Amidala’yı kaybetmekten korkmasaydı, karanlık tarafa geçmeyecekti. Ve Anakin annesinin ölümünden sonra çok ciddi bir karar alır ve şunları söyler; “Bir daha ne pahasına olursa olsun kaybetmeyeceğim” der. Ve aldığı bu kararı onu çetin yollara savuracak, Darth Vader’a dönüştürecektir. Anakin özünde hem Anakin, hem Darth Vader’dır . Belki Jedi Konseyinin ve Master Yoda’nın tahmin ettikleri ya da istedikleri şekilde, sadece Anakin tarafından gerçekleştirilmez bu güce denge getirme olayı ancak o dengeyi yine Anakin’in bir parçası olan  Darth Vader gerçekleştirecektir. Ve kehanet doğrudur: İmparatoru ve karanlık tarafı bitirecek olan yine Anakin’in, Darth Vader’ın ta kendisidir.
     Tüm bunlar size bir şeyler anımsatıyor mu bilmem ancak bana gerçekten içinde bulunduğumuz durumu en iyi şekilde hissetmeme yardımcı oluyor. Evren’de her şey dengedir. Gündüz-gece, iyi-kötü, karanlık-aydınlık ve daha bir çok zıtlığın dengesidir. Evren de gücün dengelenmesine ihtiyaç duyar, çünkü sistem bunun üzerine kuruludur. Kendi topraklarımıza bakarsak, bir çok savaşlara, ölümlere şahit olmuş bir coğrafyadayız. Bir çok durumun karmları belki de yeni yeni dengeleniyordur; ne dersiniz? Kendi öz oğlunu öldüren Sultan Süleyman’dan tutun, ana-babalarının bağırlarından koparılıp (belki onlar da öldürülüp) Osmanlı topraklarına getirtilen devşirme sistemindeki çocukların karmaları ve daha bir çok karma belki de dengeleniyordur. Henüz resmi yukarıdan göremiyoruz ama aslında belki de görmemiz gerekmiyordur. Çünkü tüm bu yaşananlar bana göre, çok büyük öğretiler içeriyor. Bizdeki Darth Vader’ı bize yansıtan ülke yöneticeleri ve içimizdeki sadece Anakin’i görmek İsteyen biz arasında soğuk savaşlar esiyor adeta. Halbuki biz bu makrokozmosun, mikrokozmozuysak ve bu evren zıtlıkların dengesiyse, her şeyse; biz de her şeyiz. Hem Anakin’iz, hem Darth Vader’ız. Ve karşımızda sürekli karanlık, kötü, tü-kaka diyeceğimiz şeyler varsa dönüp bi kendimize bakmamız lazım; bizi bize yansıtıyor herkes, her şey ve tüm yaşananlar...  “İçindeki o korkak Darth Vader’ı gör, kabul et, sen her şeysin. Kabul et ki, Anakin’e dönüşsün, aydınlığı gör, kucakla. Karmalar tamamlansın, enerjiler dengelensin” diyor adeta.

     Öyle değil mi, geçtiğimiz yerel seçimde kazanmak pahasına her türlü yolu deneyen insanları görmedik mi? Bizim içimizde de olamaz mı kazanmak için her şeyi yapan bir parça? "Hayır, hayır bende yok ne münasebet?” diyebilirsiniz. Ama emin olun ki var ve o parçanızı görmüyor ve kabul etmiyorsunuz ve görüp kabul edene kadar da bize yansıtmaya devam edecekler. Hayat bu, denge…

     Denge belki de bu sefer karanlık yanlarımızı onurlandırarak, görerek, kabul ederek, sankinleşerek, dinginliği ve sükuneti daha çok hissederek, bilinçlenerek olacaktır. Yoksa ısrarla karanlığı işaret etmezdi yaşananlar.

   Toplum olarak bilinçlenip, farkındalık yaratarak, içimizdeki karanlığı kabul ederek, o dengeye, aydınlığa ulaşacağız. Ne zaman olur bilemem ancak sanıyorum ki biz ne kadar erken idrak edersek, o zaman olacak.

   İçimizdeki karanlığı kabul etmek Anakin’in Darth Vader’a dönüşünü, karanlığını kabul etmek, şefkat göstermekten farkı yok. Yeter ki kendimize de bu denli şefkatli, anlayışlı, kabullenici yaklaşalım…

    Ülkemizde kim Anakin, kim Darth Vader, kim Yoda, kim İmparator tüm bunlar size kalmış. Belki de hepsi bizizdir, ne dersiniz?

     Umut ediyorum ki, o dengeye, karanlıklardan geçip ulaşacağız. Çünkü tüm bu yaşadıklarımız ilahi düzenin bir parçası. Hepimiz o parçaların hepsiyiz. Kendimi ve herkesi olduğu gibi kabul etmeyi; barış, huzur, refah, bereket ve sevgi dolu bir ülke ve dünyada yaşamayı seçiyorum. 

 Sevgilerimle...

27 Şubat 2014 Perşembe

AH JALE ABLA AH !



          7 yaşlarında bir çocuk olduğumu anımsıyorum. Yine babamın peşine takılmışım, biliyorum işleri var ama tutturdum "ben de geleceğim" diye. Kafama koyduğumu yapacağımı biliyor ya "peki" diyor gönülsüz gönülsüz. Başlıyoruz, o nereye ben oraya. Sonra birden bir merdiven görüyorum, 2. kata çıkıyoruz. Merdivenler adeta gözümde büyüyor ama çıkıyorum. Sonra 2. katta gözlüklü bir abla var. Babam tanıştırıyor "Merhaba de kızım, bu Jale ablan" ben de "merhaba" diyorum. Bana yaşımı, nelerden hoşlandığımı soruyor Jale abla, söylüyorum. Söylüyorum ama bir şeyler beni mutsuz hissettiriyor, pek de sevmedim ben bu Jale ablayı. Konuşmasının yavaşlığını ağır ağır eriyen sakıza benzetiyorum. Bakıyorum aksi bir durum yok, bana kötü de davranmıyor ama içime o an engelleyemediğim bir mutsuzluk kaçıyor adeta. Benimle konuşmaya çalışıyor ama aklım orada değil. Mutsuzluk yayıldıkça yayılıyor, aklıma bir sürü sorular geliyor, "Kim bu Jale abla, benimle neden ilgileniyor, babama neden gülüyor ki, gülmesin, babam hala neden konuşuyor bu çirkin kadınla, çocuğu var mıdır acaba?" derken esas mutsuzluğumun sebebi olan soru kafama çakılıyor adeta "Babam bizi bırakıp gider mi?". 

          "Nasıl yani babalar kızlarını bırakıp giderler mi? Yok babam gitmez ama bu kadın niye sürekli babama gülüyor ki o zaman, tamam arkadaşı olabilir, ama sevmedim ben bu kadını" derken aklımda binbir tane soru sorup yanıtlamaya çalışıyıyorum. Bir yandan da Jale abla soru soruyor. Ama hayatımda duyduğum en berbat soruyu kendime sormuştum bir kere "Babam bizi bırakıp gider mi?"  Bu soruyu zihnimde duyduğumda kendimi hiç çocuk gibi hissetmediğimi farkediyorum. Ben o anki hislerimde boğulurken babam, "Tamam Jale siparişleri yarın bekliyoruz" diyor ve çıkıyoruz.


          Sonra Mustafa'nın sesini duyuyorum "Birden beşe doğru sayacağım beş dediğimde gözlerini açacaksın".

            Açıyorum.

           Şok oluyorum. Hafif transa gireceğim derken, derin transa girmişim. Mustafa'nın dediği hiç bir şeyi hatırlamıyorum. Sadece Jale ablayı ve bulduğum çözüm yollarını ve en son Mustafa'nın verdiği telkini hatırlıyorum.

       Bir şeyler değişiyor bende bu transtan sonra, kendimi daha da hafif ve özgür hissediyorum. Şaşırıyorum, uygulamayı yapmamızın sebebi gayet kolaylıkla üstesinden rahatlıkla gelinebilecek bir şeydi üstelik. Ev almak istiyoruz ve beni bu belirsizlik hali huzursuz ediyor. Bir çok teknik uyguluyorum, hafifliyor ama tamamen geçsin istiyorum. Ve sonra bu trans hali...  Ve sonra çıka çıka Jale abla çıkıyor. Bu durumu çocuk aklımla anlamlandıramıyorum ve öğrenilmiş bir güvensizlik oluşuyor. Ne zaman bir şeyler net olmasa, ben de gizli Jale abla vakası uyanıyor ve ben huzursuz oluyorum. Sonra farkediyorum ki bu korku tam bir ilüzyon. 7 yaşındaki minik Meltem'in babasını kaybetme korkusu, tamamen sanal yani.

    Resmen Jale ablanın programı bilinçaltımda açık kalmış. O gün o transta arka programı kapatıyorum ve sonra müthiş bir rahatlama hali. 

        Mustafa transta diyor ki "çözüm sana rüya halinde gelecek".  

       Ve ben ertesi sabah çözümü rüyamda görerek uyanıyorum. Bilinçaltı ve zihnin gücü beni kimbilir kaçıncı kez tekrar şaşırtıyor ve gözlerimi dolduruyor. Çözümü bulmamla birlikte, en önemli kabullerimden birini yaşıyorum; hayatın belirsizlikten oluştuğunu... Ve o AN zihnim, bedenim, ruhum, huzuru buluyor adeta. Belirsizlikten keyif almaya başlıyorum.

       Sonra ne mi oluyor?  5 aydır bulamadığım çözümü o gece rüyamda görüp, 1 hafta sonra da evi satın alıyoruz ve benim için daha önemlisi, ben belirsizliğin kollarına kendimi atmayı öğreniyorum. 

        Ah Jale abla ah... 

       17 yıl önce sayende aldığım armağanı yeni buldum ama kimbilir belki bir gün yine karşılaşırız ve  ben de gecikmiş armağanım için, gecikmiş teşekkürümü edebilirim.




7 Şubat 2014 Cuma

ÇIRPINMA, UÇ !





         Yine yeni bir güne başlamıştık ve sabah sohbetlerimizi yapıyorduk Mustafa'yla. Bir yandan güzel müzikler ve elimizde çayımız bize eşlik ediyordu. Son zamanlarımız epey yoğun geçiyordu, dinamikleri bol zamanlar geçiriyorduk. Eee tabi bir de düğün ve evlilik olayı var, bu sebeple gündem epey kalabalıktı. Biz bunlardan başlayıp, "Evi ne şekilde alsak bizim için daha iyi olur, o evin manzarası da çok güzeldi, evet evet o ev bizim olmalı" şeklinde  devam ederken, dönüp dolaşıp gündemimiz, içimizde bulunan karanlık  yanlarımıza ve insanların bize bunları aynalaması üzerine kayıverdi. Ben bu şekilde düşündüğümde her şey bir AN'da önemini yitiriyor ben de, o sinir olduğum, kabul edemediğim insanlar en iyi öğretmenlerim oluyor çıkıyor. Tam biz bunları konuşurken gözüme iki tane kuş takıldı. Nasıl güzel uçuyorlar, gerçekten görülmeye değerdi. Gitgide yukarı yükseliyorlar ve bunu neredeyse hiç kanat çırpmadan yapıyorlardı. Sadece yapmaları gereken neyse sadece onu yapıyorlardı. 

UÇMAK...

       Sadece uçuyorlardı. İçlerindeki o özgürlüğü,bilgeliği içimde hissettim o an. Ne muhteşem bir histi. Onlarla birlikte uçtum ben de. Öylesine sakinlerdi ki, ağır ağır sadece özgürlüğe gidiyorlardı, bunları yaparken bir kez bile kanat çırpmıyorlardı. Helezon şeklinde dönüp duruyorlar ve hiç çırpınmıyorlardı. O kadar etkileyiciydi ki sanki hayat dersi veriyorlardı. Bir beş dakika kadar hipnoz olmuş bir şekilde onları izledik. 

Bana sadece yapmam gerekeni yapmamı hatırlatmışlardı. Peki neydi o ?

YAŞAMAK...

Ve o an kafamda bir şeyler resmen "dank" etti. 

     Zaman zaman hayatımıza belirli gündem maddeleri oturur ve biz onları oradan indirmek istemedikçe de tahtını sağlamlaştırır durur.  Bu kimimiz için hastalıkları, kimimiz için şifası, kimimiz için üniversiteye giriş sınavı, kimimiz için doğacak olan yavrusu, kimimizinki de bizim gibi evlenmek barklanmak olabilir. Ve biz bu gündem maddelerini gündemde tuttukça da zihnimizde, bedenimizde onları yaşatır dururuz. Evet zihinde onu çarpar, buna böler, diğerini ekler bir sonuca varmaya çalışırız. Bu aslında hepimiz için çok yorucudur. Aslında çırpınır dururuz. Çırpınmak ama hem de ne çırpınmak...

      Çırpındıkça da bir sonuç gelmez, öyle ya bizim doğamıza aykırı. O anlarda tek yapmamız gereken, her nasıl bir durumun içindeysek onu kabul edip, deneyimlemek. Evet deneyimlemek. Çırpınmadan sadece deneyimlemek. Bunun için gelmemiş miydik bu dünyaya? Deneyimlemek ve keyif almak için buradaydık.

       Zaman zaman unutuyorduk bunu. Trafik sıkıştığında, hasta olduğumuzda, bir şeylere sahip olmak istediğimizde, o evi, arabayı satın almak istediğimizde...

        Sahip olma hissi elbette ki güzel bir his, elbette hepimiz istediğimiz şeyleri aldığımızı görmek isteriz fakat, bunları deneyimlemek için sadece yaşamak yeterken, çırpınmamız nedendi? Hayal kurarken her şey imkanlı gelir, sadece onu yaşarız. Hatta tadını çıkara çıkara, lokma lokma tadıp, iyice zevkini yaşayıp, o tabağı iyice sıyırıp, tadına iyice varabiliriz de; tam deneyimleme sırası geldiğinde oburlaşmamıza sebep olan şey nedir? Ben benimkini buldum "Sabırsızlık"... 

     Bunu farkettiğimde eski arkadaşım, sevgili kalça çıkığıma bir öpücük göndermeyi de ihmal etmedim, sabırsızlığım onun armağanıydı ve bir kez daha beni kabul et diyordu. Ben de memnuniyetle bir kez daha kabul ettim. Sizinki de sizin içinizde bir yerlerdedir muhakkak, sizin onu keşfedip, kabul etmenizi bekliyordur. 

       Yaşamak istediğimiz durumları yaşayan biz nasıl harikaysa, onlara sahip olamayan halimiz de en o onun kadar harika olmalıydı, onu da en az diğer halimiz kadar sevebilir, kabul edebilirdik. Ancak o zaman deneyimlemenin tadına varabilirdik. Bana bunları tekrar farkettiren kuşlar iyi ki varsınız.

O kuşları gördüğümde içimden bir ses şunları söyledi.

"Çırpınma, uç"


2 Şubat 2014 Pazar

BENİM SEVGİLİ KALÇA ÇIKIĞIM





         Bazen oturur, düşünürüm bu zamana kadar ne yaşadım, bunları yaşamamın sebebi nedir, ne öğrendim diye. Yine birgün bunları düşünürken aklıma doğuştan olan kalça çıkığım geldi. Allah allah neden olmuştu ki bu, bana ne anlatmak istiyordu? Yeni doğan bir bebeğe nasıl bir mesajı vardı? Ve ben bunu bu yaşıma kadar nasıl oldu da sormamıştım ? Heralde doğru zaman bu zaman dedim ve başladım düşünmeye. 

         Doğrusunu söylemek gerekirse kalça çıkıklığımı hatırlamıyorum sadece zaman zaman, kare kare belirli görüntüler gelir gözüme. Peki neden bu şekilde doğmuştum, ne öğrenmem gerekiyordu, öğrenmiş miydim acaba ? Bilirsiniz düşünmeye başlayınca akla gelmeyecek şeyler gelir insanın aklına, birbirine bağlanıverir düşünceler ve saklı kent görülüverir. Başladım kazmaya...

     Kalça çıkıklığım doğuştan olmuştu ve tombiş bir bebek olmamdan mütevellit doktorlar farkedememişti. Anneannem birgün kendisi teşhis koyuyor ve kalça çıkığı olduğumu farkediyor ve soluğu Bursa'nın en iyi çocuk ortopedistlerinden olan Ermeni asıllı Gayyur Kapur'da alıyorlar. Doktorum o zamanlar sanıyorum ki 50-60 yaşlarında tecrübeli bir doktordu ve beni gördüğü andan itibaren anlıyor "doğuştan kalça çıkıklığı" olduğunu ve diyor ki,  "Dua edelim de 2 bacakta birden olmasın". Dualar kabul ediliyor heralde ki, tek bacağımda olduğu ortaya çıkıyor. Tabii iş teşhis koymakla bitmiyor, hemen bacaklar alçıya alınıp demirlere bağlanıyor, bir yaşında, tam yürüme yaşına gelen, doktorumun tabiriyle minik tombiş Meltem, yürüyemiyor. Çevremdeki tüm çocuklar yürürken ben demirlere bağlanıp, kemiğin kaynamasını sabırla bekliyorum. Şanslıysam bir mucize gerçekleşecek ve ben yürüyebileceğim. Doktorum kesin bir şekilde aileme şunu diyor "Ben bu tombişi iyileştireceğim, gönlünüzü ferah tutun". Ve haklı çıkıyor; iyileşiyorum, sağlıklı ve güzelce yürüyebiliyorum... 

      Doktoruma çok şey borçluyum, o kadar harika bir insandı ki, anlatmakla bitiremem. Gerçek "insan"dı o benim için. Bana bakarken gözlerini ışıl ışıl görmek, bana kendimi gerçekten bir mucizeymişim gibi hissettirmesi, sevgisini koşulsuz şartsız herkese vermesi, herkesin içinde olan potansiyelin çıkmasına yardım etmesi benim gözümden onu en sevilen arkadaşa dönüştürüyordu. Sanıyorum ki bir tek benim en iyi arkadaşım değildi, ona gelen her çocuğun en iyi arkadaşıydı o. "İyileşmez" denen her çocuk ona getiriliyordu ve iyileşiyordu. En iyi arkadaşımdan da çok şey öğrenmiştim; işimi severek yapmayı, insanlara sevgi ve şevkat göstermeyi, çocukları sevmeyi, insanın içindeki o mucizevi potansiyeli görmeyi... Üstelik benim içimdeki mucizeyi çıkarmama yardım etmesi, inanmayı, güçlü olmayı aşılaması sayesinde, gelecekte yaşayacağım epilepsinin üstesinden kolaylıkla gelebilecek ve yine "iyileşmez" denen hastalığı iyileştirecektim. İlk adımımı geç atacaktım ama bunun karşılığında harika bir arkadaşım, inancım, umut dolu ve gerçekleşmeyi bekleyen hayallerim ve 18 yaşıma kadar en iyi arkadaşımdan her doğumgünümde aldığım kartpostallarım olacaktı, değmez miydi ?

      Hepsine değdi ve iyileştim ama şu an bile o anki halimi hissedebiliyorum; minik bir bebeğin kaldırabileceğinden daha fazla bir sabır gösterisi sergilemişim. Yürümeye can atan minik bir kalp, hayatta atacağı ilk adımı umutla bekleyen bir kalp ve arkasından gelen geç kalmışlık ve sabırsızlık hissi ve sinirlilik . Her zaman karanlık yanlar aydınlığa dönüşecek değil ya, yürümek, oyun oynamak için can atan o minik kalbim, sabırla beklemek durumunda kalmıştı ve artık hiç bir şey için beklemek istemiyordu. O zaman nasıl sabır sergilediysem, çocukluğum sabırsızlıkla geçti. Çok sabırsızdım . Ben hayatı yaşamaya sabırsızlanıyordum, geç kalmıştım, herkesten sonra atmıştım ilk adımımı. Bu yüzden hayatı hemen yaşamak için hep erken kalktım, hala da erken kalkarım. Hep sabırsızlandım bir şeyleri yaşamak için, büyümeyi, hayallerime kavuşmayı herkesten çok istedim ben, çünkü ben geç kalmıştım. Sabretmek, bir şeyi gerçekleştirmek için beklemek benim için en büyük işkence olmuştu. Bu yüzden okulda yıllık yapılan projeleri, bir haftada tamamlayıp bitirdiğimi bilirim. Kafamdakine hemen ulaşmalıydım. Hatta sabredemedim, 10 yaşımda konservatuvarı kazanarak üniversiteli oldum. İşte burada artık sabırsızlığım sökmeyecekti. Enstrüman çalmak öyle bir yıllık projeleri bir haftada yapmaya benzemiyor. Ciddi bir adanmışlık ve sabır süreci gerektiriyor. Ama ben konservatuvar hayatım boyunca yine erken kalkıyor, herkesten önce okulda oluyor ve çalışmaya başlıyordum. Burada zaman kavramımın dengelendiğini hissediyorum çünkü müzik yapmak benim için AN'da kalmak demek. Müzikte dengeleniyordum. Şimdi ki işim olan yaşam koçluğu da bana bu dengelenmeyi sağlıyor. Hem dengelenme hem arınma. Yaşam koçluğu da tam bir sabır ve süreç işi gerçekten ve elimden geldiğince insanların atmak istedikleri, atmaya cesaret edemediği, inanmadığı adımları atmalarına yardımcı oluyorum. Tıpkı bebekliğimde yaptığım gibi; sabırla, inançla, umutla onların ilk adımlarını atmalarını ve benim tombiş bir bebekken gerçekleştirdiğim mucizeyi gerçekleştirmelerini izliyorum. Süreç kısmı yine eski zamanlardaki gibi kendiliğinden geliyor, çünkü ortada gerçek bir kabul, inanç ve umut var. 

         Ve şöyle bir bakınca farkediyorum da kalça çıkıklığımın armağanları o kadar çokmuş ki. Bugüne kadar bunları nasıl farkedememişim. Her sabah hayatı yaşamak için heyecan ve coşkuyla kalkmıştım, geç kaldığımı düşündüğüm için çalışkan ve zaman yönetimini çok iyi yapabilen bir insan olmuştum, sabredemediğim için kısa sürede iyi işler çıkarmayı öğrenmiştim ve bu davranışlarım sayesinde de girdiğim alanlarda da başarı benim için çoğunlukla kaçınılmaz olmuştu. Zaman zaman bu hediyeleri görmediğimde battığım da oluyordu elbet. Çünkü kalça çıkıklığı, tanrının bana bir armağanıydı. Bu armağanı almamayı seçtiğimde, isyan ettiğimde batıyordum, başarısız oluyordum. Kabul etmeyince sanki; büyü bozuluyor, beceriksiz, zamanı boşa harcayan biri olup çıkıyordum. Ancak o kabul gerçekleştiği zaman armağanı görebiliyor ve alabiliyordum. Açıkçası bunlar kendiliğinden olmuş hep, ben bunları şu anda farkediyorum. Hala zaman zaman hediyeleri görmediğim, geri teptiğim oluyor ama artık kabul ediyorum. Evet hayatta ilk adımımı geç atmıştım ama hiç değilse atmıştım. 

             Şimdi geç kalmak mı? İyi ki o ilk adım geç gelmiş de, tombiş Meltem dün her ne olmuşsa bile her sabah hayata yeni baştan, sanki ilk adımıymış gibi heyecanla ve coşkuyla başlayabiliyor. Artık o ilk adımın hesabını sormayı bıraktım ve her gün attığım ilk adımlar için şükrediyorum.

26 Ocak 2014 Pazar

BİR SİNEĞİN IŞIĞI ARAYIŞ HİKAYESİ

         






          Dün gece evde otururken enteresan bir deneyim yaşadım. Esasında bu durum bir sineğin, insana neler öğretebileceğine dair çok çarpıcı bir deneyimdi. Malum havalar mevsim sıcaklıklarının oldukça üstünde olduğundan, temiz hava meraklısı ben, tüm gün boyunca kapı, pencere ne varsa açtım durdum. Akşam saatlerinde hava karardıktan sonra bir de baktım ki evde oldukça büyük bir misafirimiz var, SİNEK. O anda akışına bıraktım "nasıl olsa çıkar" dedim ve ilgilenmedim. Sonra kitaplar okundu, çalışmalar yapıldı, sohbetler edildi derken saat 22:00 oldu. Dedik o kadar çalıştık bir çay içelim. Benim mutfağa gitmemle, sevgili misafirimizin oturma odamıza girmesi bir oldu meğersem hala misafirimiz bizimleymiş. Sanarsınız evin içine skorsky helikopter girdi, nasıl bir ses çıkarıyor, nasıl dönüyor, görmeye mahsustu gerçekten. Neyse dedim camı açayım, bu sefer kesin çıkar. Yok yahu çaresizlik bu ya hayvanda, durup durup cama çarpıyor ama 1 cm yanındaki hava gelen yere çıkamıyor. Çarptıkça durum öğrenilmiş çaresizliğe dönüşüyor. Çarpıyor, dönüyor, çarpıyor, dönüyor derken o anda bir şey farkettim. Hepimiz zaman zaman o şekilde davranmamış mıydık? Hep aynı duvara toslayıp durmamış mıydık? Bakış açımızı 1 cm sağa kaydırsak, çıkışı bulacakken aynı duvara çarpmayı seçmemiş miydik?

           Evet evet aynı şeyleri yaptık ve halen zaman zaman yapabiliyoruz.

          Tüm bu döngü devam ederken, dedim ki; "Strateji değiştiyoruz".  İlk önce amacı belirledim. Amaç; "sineğin doğal ortamına kavuşmasıydı". Madem sinek, tek başına bakış açısını değiştiremiyordu, o halde ben ona yardım edersem bunu başarabilirdi. İlk önce camı kapadım, perdeyi indirdim ve onun artık güvenli limanı olan "duvara toslama" durumdan çıkardım. Değişmek istiyorsa güvenli limandan ayrılması gerekiyordu. Öyle ya bulunduğumuz güvenli limanı terketmezsek yeni hedeflere yelken açamayacaktık. Adım adım gidecektik. Ben ilk önce salonun ışığını yakacaktım, bu ışık bizim ilk bebek adımımız olacaktı. Bu ilk minik hedefimizi belirledikten sonra sineği 'bildik alan' dediğimiz alandan çıkaracaktım. Çok kolay olmadı fakat oturma odasının ışığını söndürüp, salonun ışığını yaktığımda, yani hedefi albenili gösterip içinde bulunduğu durumun amaca hizmet etmediğini anladığında sinek kendini salona attı. Sonra aynı işlemi mutfak için uyguladım. Mutfağın ışığını yak, salonun ışığını söndür. Hooop sinek mutfakta. Ve son adıma gelmiştik. Balkonun ışığını yakıp, mutfağın ışığını söndürdüğümde, hedefe ulaşmıştık. Sinek yoluna gitmişti. Ben de kaldığım yerden çaylarımızı koyup oturma odasına gelmiştim.

          Şimdi belki bazılarınız; "sineğin de stratejisi mi olurmuş?" diye sorabilir. Tabii ki hayvan bunu bu şekilde yapamaz. Düşünebilmek biz insalara mahsus bir davranıştır. Ancak, hepimiz zaman zaman o sineğin yerinde olmadık mı? Bir durumun içine sıkışıp kaldığımızda, dönüp dönüp aynı duruma toslamadık mı?  Aslında çözüm için yapmamız gereken tek şey bakış açısı değişikliğidir. Çünkü bizim sıkışmamıza sebebiyet veren şey durum değil, bakış açımızdır. Bakış açımız değiştiğinde çözüm olanaklarını görebiliriz. Ve sonra hedefi belirleriz. Peki hedefi belirlemek yetiyor mu? Tabii ki yetmiyor. Atılacak adımları, hatta minik bebek adımlarını belirlememiz gerekiyor. Bu adımı atabilmek için, içinde bulunduğumuz 'bildik alan'dan çıkmamız gerekiyor. Bir çoğumuz 'bildik alandan' çıkmanın zor olduğunu söyler. Oysa ki, minik bebek adımının ışığını yakıp, albenili gözükmesi için parlattığımızda; tosladığımız duvarı terketmek, kolaylıkla ve hoplaya, zıplaya olacaktır. Sonrasında tüm adımlar için aynı davranışı uyguladığımızda. Hedefe ulaşmak kaçınılmaz olacaktır.

          Bir sineğin insana neler öğretebildiğine dair yazımın sonuna gelirken, bunları yazmam için bana bu deneyimi yaşamamı sağlayan, sevgili misafirimiz sineğe buradan teşekkürlerimi iletiyorum. 

     Bir sineğin hikayesinin sonuna geldiğimize göre, biz insanların, çok daha iyilerini başarabileceğine inandığımı söylemek isterim. 

"Gerçekleşmiş hiç bir şey yoktur ki; önceden tasarlanmamış, hayali kurulmamış olsun."

23 Ocak 2014 Perşembe

AYNA AYNA, SÖYLE BANA! BEN KİMİM BU DÜNYADA?





          1957' de Tayland'daki manastır yeni bir yere taşınırken, bir grup keşiş dev Buddha heykelini taşımakla görevlendirilmişlerdi. Bu taşıma işi sınasında keşişlerden biri Buddha heykelinde bir çatlak gördü. Heykele zarar vermemek için keşişler taşıma işini bir gün ertelemeye karar verdiler. O gece keşişlerden biri dev heykele kontrol etmeye gitti. El fenerini heykelin üzerinde gezdirirken, ışığın heykeldeki bir çaylağı aydınlattığında keşiş orada bir parıltının yansıdığını gördü. Meraklanan keşiş bir çekiç ve keski alıp kil Buddha' yı çentmeye başladı. O kil parçalarını yonttukça, Buddha daha çok parlıyordu. Saatler süren çalışmanın ardından sonra keşiş şaşkınlık içinde bakakaldı: karşısında dev bir altın Buddha heykeli vardı.

          Bir çok tarihçi Buddha'nın yüzlerce yıl önce Burma ordusunun saldırısından önce Taylandlı keşişler tarafından kille kaplandığına inanır. Çalınmasını önlemek için yaptıkları bu çalışma, 1957'de keşilerin dev heykeli bulmasıyla hala günümüze kadar gelmesini sağlamıştır.

          Buddha gibi bizim dışımızdaki kabuğumuzda bizi dış dünyadan korur. Esas hazine içimizdedir. Peki ya bu hazineyi nasıl bulacağız, bu mucizeyi nasıl keşfedeceğiz? Elbette ki bir çok yöntem var ancak benim kendim için en sık yaptığım iki şey vardır; aynayı ya içime tutarım ya da karşıma. Evet evet karşıma. Hatta daha çok karşıma tutarım, çünkü bilirim ki karşılaştığım herkes beni bana aynalar. Evrenin holografik yapısında her şeyin varolduğunu biliriz, müthiş bir dengeden meydana gelir. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru yanlış... Eğer bizde insanlar olarak bu makrokozmosun bir mikrokozmozuysak demek ki bizim içimizde de her türlü duyguya, düşünceye yer olabilir.

          Nerde kalmıştık? Aynayı karşıma tutarım, trafikte bir kavgaya denk geldim ve sinirlenip, öfkelenmeyi mi başladım? Sorarım kendime "Bu öfke, içimdeki hangi hissi aktive etti? Yoksa benim içimde bastırdığım öfkeli bir Meltem mi var yoksa? Bingooo. Evet! Aynen öyle; karşılaştığımız, sinir olduğumuz, nefret ettiğimiz, bizi kıskandığını düşündüğümüz, cahil ve yüzeysel bulduğumuz, öfkelendiğimiz her durum ve her insan bizi bize yansıtır. Aynı zamanda imrendiğimiz, beğendiğimiz, takdir ettiğimiz bütün insanlar da yine bizi yasıtırlar. Ve öyle bir şey ki bu her yönümüzü kabul etmeden ilerleyemiyoruz. Karanlık yanlarımızı onurlandırmadan, kabul etmeden aydınlık yanlarımızı keşfedemiyoruz. Bu bir denge ve süreç. Evren de böyle değil mi zaten denge ve süreç.  Her his esasında bize bir şeyler anlatır, birine duyduğumuz öfke, kendimize duyduğumuz öfkeyi anlatıyor olabilir. Katil ve tecavüzcülere küfürler mi yağdırıyoruz ? Orada bir durmak lazım. Öfkemiz kendimize olabilir, çünkü içimizdeki katil ve tecavüzcü olabilme potansiyeline öfke duyuyor olabiliriz. Oysa ki her hissi, her durumu kabul ettikten sonra nelere dönüşebileceğini bir bilsek... Sinirlilik duygusu dönüştüğünde, yani derinden kabul edildiğinde o his yaratıcılığa dönüşüyor. Ne kaybederiz ki denesek, zaten yeri geldiğinde sinirlenmiyor muyuz, öfkelenmiyor muyuz? O anlarda  "evet kabul ediyorum, ben sinirli davranabiliyorum, öfkeli davranabiliyorum" desek ne kaybederiz ? İşte bu karanlık yanlarımızı, başka bir deyişle gölgelerimizi dönüştürdüğümüzde ortaya muhteşem bir ışık kaynağı olan aydınlık yanımız çıkıyor. Dış kabuğumuz dünyayla yüzleşen 'biz'izdir. Kabuğumuz, karanlık yanlarımızı dış dünyadan saklar. Amacı bizi korumak. Esasında karanlık yanlarımızın da öyledir. Eğer güvenilir olmayan insanlara karşı nefret duyuyorsanız, bu sizin geçmişte ya da halen bastırdığınız tarafınızdır. Aslında tek istediğiniz belki de güven duyulan biri olup, aheng içinde ilişkiler kurmaktır. Kabuğumuz da o anda elinden gelenin en iyisini yapar ve "güvenilir olmayan insanlardan nefret ederim" kararını almış olabilir. Burada önemli olan bu yönümüzün bizim için iyi armağını olduğunu anlamamız. "Güvenilir olmayan insanlara nefret duymamın bana armağını nedir?"  ve orada cevap gelir. "Hayatım boyunca güven esasına dayalı aheng içinde ilişkiler kurmak".

          Bir süre aynayı içimize ve çevremizdekilere tutalım bakalım, nasıl insanlarla karşılaşıyoruz, hangi durumları sürekli olarak yaşıyoruz? Sonra da o karanlık yanlarımıza bir göz kırpıp yolumuza aydınlıklarla devam edelim. Ve kendimize hep hatırlatalım; aydınlık yanlarımız ancak karanlık yanlarımızı kucakladığımızda ortaya çıkar.




17 Ocak 2014 Cuma

HAYATINIZ BİR FİLM OLSA NE TÜR BİR FİLM OLURDU ?



       
           ''Bütün filmlerin kökünde bir şeyi içgüdüsel olarak açıklama isteği vardır. Bu kökün yeşerip bir ağaç olmasını senaryo, çiçeklenip meyve vermesiniyse yönetmen sağlar.''   -Akira Kurosawa.  

          Peki siz hayatınızı bir filme benzetseniz bu ne tür bir film olurdu, neye benzerdi, hiç düşündünüz mü? Bilimkurgu, dram, komedi, romantik, gerilim, macera, savaş? Peki ya insanlar seyretse neler hissederlerdi,  neler görür, neler işitirler, neler söylerlerdi? 

             Esasen hayatımızı günlük hayatta birçok şeye benzetiriz. Önemli olan da gerçekten neye benzettiğimiz ve neye inandığımızdır. Çünkü zihnimiz sayesinde ağzımızdan çıkan kelime ve metaforlar hayatımızın içindeki boşlukları doldururlar. Yani zihin beklentisini gerçekleştirir ve gerçeklik haline getirir. Hayatın anlamsız, acımasız, adaletsiz olduğuna dair birtakım inançları olan insanların gözünden bakarsak neye benzerdi acaba? Hele de bir arkadaşımın hayatı neye benzettğini duyduğumda şaşırıp kalmıştım. Hayat onun için "iki uçurum arasında incecik bir ipte yürümek" gibiydi. Her ne kadar hala hayatta kalabilmesi çok güçlü yaşama isteği olduğunu gösteriyor olsa da, ölümle yaşam arasında gidip gelme durumunu değiştirmiyordu. Hayatımız, kendimiz, içinde bulunduğumuz durumlar hakkında söylediğimiz şeyler, yaptığımız benzetmeler, durumu tıpatıp sözlerimize dönüştüyor. "Ciğerim yanıyor" deyen birinin ciğerlerinden rahatsızlanmasına, üstüne basa basa "Benim kalbim çok hassas",  "kalbim kırıldı" deyen birinin kalp rahatsızlıkları olmasına, "Her şeyi unutmak istiyorum" deyen birinin alzheimer olmasına şaşırmamak lazım. Zihin beklentisini gerçekleştirir ve bilinçaltı ona söyleneni yapar. Sözlerimiz kendi kendini gerçekleştiren kehanetlere dönüşür. 

          Peki biz kendimiz hakkında ne tür bir kehanet oluşturmak isteriz, mutluluk dolu bir yaşam mı? Izdırap dolu bir dram mı ?

       Tekrar soruyorum hayatınız bir film olsa hangi tür olurdu? Hayatı neye benzetmeyi seçerdiniz? Neler yaşamak istiyorsunuz? Kelimelerimiz, düşüncelerimiz kendi kendini gerçekleştiren kehanetlere dönüşüyorsa, zihin beklentisini gerçekleştiriyorsa, neden bu kelimeleri, duyguları daha güzel şeylere dönüştürüp onları gerçekleştirmeyelim?  Siz filminizin kökünde neyi açıklamak istiyorsunuz? O kökü yeşertip hangi ağaç olmasını ve nasıl meyvelere sahip olmayı isterdiniz? Hatırlamamız gereken en önemli şey, bizler kendi hayatlarımızın yönetmenleriyiz ve nasıl yönetmek istersek o şekilde yönetebiliriz. Peki ya filmin sonu, o nasıl olacak ? Hadi hep beraber düşünelim, kendimize nasıl bir film istiyorsak yaratalım ve seyretmeye başlayalım. Hııı unutmadan sonuna da kocaman bir gülümseme koyalım...

3 Ocak 2014 Cuma

KADIN OLMAK MI? iNSAN OLMAK MI?

     

     
    Bugün hızlı bir gün geçiyordum ki bir yazıya toslayıp kaldım. Sabah gayet sakin bir şekilde kitaplarımla başlayan günün ardından seanslarımı yaptım, insanların hayatlarına dokunmanın mutluluğuyla elim yine hobilerime gitti ve ortaya bol çikolatalı pasta çıktı derken nihayet oturabildim ve Facebook'ta sevdiğim bir arkadaşımın paylaştığı bir yazıya tosladım. Evet evet resmen tosladım... Günün hızıyla bir anda beni durdurmaya yetti. Yazıdan genel olarak bahsedecek olursam; kadınların hayatta yaşadıkları zorluluklar, mağduriyetleri vs...  

     Bir an sinirlendim. İnsanlar, daha doğrusu kadınlar bu hayatı nasıl kabul edebiliyor? Ben orada bahsedilen kadınlardan değilim; öncelikle ona bir açıklık getirmem gerekiyor. Ben kurbanlığı seçmiyorum sevgili arkadaşlar, güçlükler yaşanabilir elbette hayatta. Bunlardan bahsetmiyorum ama kurbanlığı etiket olarak kabul etmek neden? Sonra bu duruma sinirlenme durumuma dedim ki; "Bu siniri nasıl dönüştürebilirim?" İçsel rehberlikten cevap geldi "Bloğa yaz" ve yine buradayım.

    Şimdi ben bu yazıya neden tosladım ona gelecek olursam, millet olarak en çok hoşlandığımız şeylerden biri de etiket yapıştırmaktır. Bu iş ilk başlarda "kadın, erkek" durumuyla başlar, "dul, evde kalmış"a kadar gider. Diyorum ya pek severiz etiketleri yapıştırmayı. Peki anlıyorum, yapıştırılıyor da neden bu durumu biz de seve seve kabul edebiliyoruz? Bu etiketleri kabul etmeden önce iyi bir amaca hizmet ediyor mu? Etmiyor mu? Düşünsek ne kadar güzel olur. Tamam kabul ediyorum bazen bu etiketleri bilinçaltımız bizim yerimize yapıştırabiliyor da biz hoşlanmadığımız halde onu neden oradan söküp atmıyoruz? Eğer kafanızdaki kadın ya da erkek kavramınız sizi mutsuz ediyorsa, kadın deyince "dayak yiyip, susan" birini düşünüyor ve "hep kadınlar mutsuz oluyor, lanet olsun" diyorsanız,  kadın tanımınızı sizin için kullanışlı olacak şekliyle değiştirmeye ne dersiniz? Kim bilir belki diğer kadınlara da örnek olursunuz...

    Esasen etiketleri değiştirmiyoruz çünkü değiştirmek demek hayatın tüm sorumluluğunu üstüne almak demek oluyor. Ve biz de korkuyoruz. Öyle ya kadınlar değişmeye de korkarlar...

   Bu yazıyı kadını güçsüz göstermek için değil tam tersi herkesin içindeki o dişil enerjiyi farkettirmek için yazıyorum. Etiket yapıştırmıyorum. Kadın olmak da değil burada mühim olan.  Esas mesele kişinin varlığını güçlü, başarılı, çalışkan, her durumu rahatlıkla idare edebilen, özgüvenli olarak kabul etmesi.

    Niçin varoluşunuzun kadın mı, erkek mi, ya da herhangi bir etiket olmaksızın güçlü, mükemmel, kusursuz, "bir"in bir parçası, evrenin tüm bilgeliğini üstünde taşıyan biri olarak selamlamıyorsunuz?

   
İnanın; erkek şöyledir, kadın böyledir, şu şöyle, bu böyle diyerek hayatın sorumluluğunu almamak, sorumluluğu alıp dimdik, cesaretli, güçlü, başarılı, inançlı bir şekilde ayağa kalkmak ve varoluşunuzu selamlamak çok daha basit ve çok müthiş bir varoluş hissidir. Gelin sevgili hemcinslerim ve hemcinslerim olmayanlar (!) ya da boşverin 'hemcinsler etiketini' sevgili dünyamın kusursuz varlıkları; gelin hep beraber varoluşumuzun mükemmelliğini selamlayalım...

Yazıyı yazdıktan sonra gözüme takılan örnek bir dişi için tık tık  http://onedio.com/haber/vahsi-yasamin-icinde-buyumus-tippi-nin-16-cocukluk-fotografi-228958