27 Şubat 2014 Perşembe

AH JALE ABLA AH !



          7 yaşlarında bir çocuk olduğumu anımsıyorum. Yine babamın peşine takılmışım, biliyorum işleri var ama tutturdum "ben de geleceğim" diye. Kafama koyduğumu yapacağımı biliyor ya "peki" diyor gönülsüz gönülsüz. Başlıyoruz, o nereye ben oraya. Sonra birden bir merdiven görüyorum, 2. kata çıkıyoruz. Merdivenler adeta gözümde büyüyor ama çıkıyorum. Sonra 2. katta gözlüklü bir abla var. Babam tanıştırıyor "Merhaba de kızım, bu Jale ablan" ben de "merhaba" diyorum. Bana yaşımı, nelerden hoşlandığımı soruyor Jale abla, söylüyorum. Söylüyorum ama bir şeyler beni mutsuz hissettiriyor, pek de sevmedim ben bu Jale ablayı. Konuşmasının yavaşlığını ağır ağır eriyen sakıza benzetiyorum. Bakıyorum aksi bir durum yok, bana kötü de davranmıyor ama içime o an engelleyemediğim bir mutsuzluk kaçıyor adeta. Benimle konuşmaya çalışıyor ama aklım orada değil. Mutsuzluk yayıldıkça yayılıyor, aklıma bir sürü sorular geliyor, "Kim bu Jale abla, benimle neden ilgileniyor, babama neden gülüyor ki, gülmesin, babam hala neden konuşuyor bu çirkin kadınla, çocuğu var mıdır acaba?" derken esas mutsuzluğumun sebebi olan soru kafama çakılıyor adeta "Babam bizi bırakıp gider mi?". 

          "Nasıl yani babalar kızlarını bırakıp giderler mi? Yok babam gitmez ama bu kadın niye sürekli babama gülüyor ki o zaman, tamam arkadaşı olabilir, ama sevmedim ben bu kadını" derken aklımda binbir tane soru sorup yanıtlamaya çalışıyıyorum. Bir yandan da Jale abla soru soruyor. Ama hayatımda duyduğum en berbat soruyu kendime sormuştum bir kere "Babam bizi bırakıp gider mi?"  Bu soruyu zihnimde duyduğumda kendimi hiç çocuk gibi hissetmediğimi farkediyorum. Ben o anki hislerimde boğulurken babam, "Tamam Jale siparişleri yarın bekliyoruz" diyor ve çıkıyoruz.


          Sonra Mustafa'nın sesini duyuyorum "Birden beşe doğru sayacağım beş dediğimde gözlerini açacaksın".

            Açıyorum.

           Şok oluyorum. Hafif transa gireceğim derken, derin transa girmişim. Mustafa'nın dediği hiç bir şeyi hatırlamıyorum. Sadece Jale ablayı ve bulduğum çözüm yollarını ve en son Mustafa'nın verdiği telkini hatırlıyorum.

       Bir şeyler değişiyor bende bu transtan sonra, kendimi daha da hafif ve özgür hissediyorum. Şaşırıyorum, uygulamayı yapmamızın sebebi gayet kolaylıkla üstesinden rahatlıkla gelinebilecek bir şeydi üstelik. Ev almak istiyoruz ve beni bu belirsizlik hali huzursuz ediyor. Bir çok teknik uyguluyorum, hafifliyor ama tamamen geçsin istiyorum. Ve sonra bu trans hali...  Ve sonra çıka çıka Jale abla çıkıyor. Bu durumu çocuk aklımla anlamlandıramıyorum ve öğrenilmiş bir güvensizlik oluşuyor. Ne zaman bir şeyler net olmasa, ben de gizli Jale abla vakası uyanıyor ve ben huzursuz oluyorum. Sonra farkediyorum ki bu korku tam bir ilüzyon. 7 yaşındaki minik Meltem'in babasını kaybetme korkusu, tamamen sanal yani.

    Resmen Jale ablanın programı bilinçaltımda açık kalmış. O gün o transta arka programı kapatıyorum ve sonra müthiş bir rahatlama hali. 

        Mustafa transta diyor ki "çözüm sana rüya halinde gelecek".  

       Ve ben ertesi sabah çözümü rüyamda görerek uyanıyorum. Bilinçaltı ve zihnin gücü beni kimbilir kaçıncı kez tekrar şaşırtıyor ve gözlerimi dolduruyor. Çözümü bulmamla birlikte, en önemli kabullerimden birini yaşıyorum; hayatın belirsizlikten oluştuğunu... Ve o AN zihnim, bedenim, ruhum, huzuru buluyor adeta. Belirsizlikten keyif almaya başlıyorum.

       Sonra ne mi oluyor?  5 aydır bulamadığım çözümü o gece rüyamda görüp, 1 hafta sonra da evi satın alıyoruz ve benim için daha önemlisi, ben belirsizliğin kollarına kendimi atmayı öğreniyorum. 

        Ah Jale abla ah... 

       17 yıl önce sayende aldığım armağanı yeni buldum ama kimbilir belki bir gün yine karşılaşırız ve  ben de gecikmiş armağanım için, gecikmiş teşekkürümü edebilirim.




7 Şubat 2014 Cuma

ÇIRPINMA, UÇ !





         Yine yeni bir güne başlamıştık ve sabah sohbetlerimizi yapıyorduk Mustafa'yla. Bir yandan güzel müzikler ve elimizde çayımız bize eşlik ediyordu. Son zamanlarımız epey yoğun geçiyordu, dinamikleri bol zamanlar geçiriyorduk. Eee tabi bir de düğün ve evlilik olayı var, bu sebeple gündem epey kalabalıktı. Biz bunlardan başlayıp, "Evi ne şekilde alsak bizim için daha iyi olur, o evin manzarası da çok güzeldi, evet evet o ev bizim olmalı" şeklinde  devam ederken, dönüp dolaşıp gündemimiz, içimizde bulunan karanlık  yanlarımıza ve insanların bize bunları aynalaması üzerine kayıverdi. Ben bu şekilde düşündüğümde her şey bir AN'da önemini yitiriyor ben de, o sinir olduğum, kabul edemediğim insanlar en iyi öğretmenlerim oluyor çıkıyor. Tam biz bunları konuşurken gözüme iki tane kuş takıldı. Nasıl güzel uçuyorlar, gerçekten görülmeye değerdi. Gitgide yukarı yükseliyorlar ve bunu neredeyse hiç kanat çırpmadan yapıyorlardı. Sadece yapmaları gereken neyse sadece onu yapıyorlardı. 

UÇMAK...

       Sadece uçuyorlardı. İçlerindeki o özgürlüğü,bilgeliği içimde hissettim o an. Ne muhteşem bir histi. Onlarla birlikte uçtum ben de. Öylesine sakinlerdi ki, ağır ağır sadece özgürlüğe gidiyorlardı, bunları yaparken bir kez bile kanat çırpmıyorlardı. Helezon şeklinde dönüp duruyorlar ve hiç çırpınmıyorlardı. O kadar etkileyiciydi ki sanki hayat dersi veriyorlardı. Bir beş dakika kadar hipnoz olmuş bir şekilde onları izledik. 

Bana sadece yapmam gerekeni yapmamı hatırlatmışlardı. Peki neydi o ?

YAŞAMAK...

Ve o an kafamda bir şeyler resmen "dank" etti. 

     Zaman zaman hayatımıza belirli gündem maddeleri oturur ve biz onları oradan indirmek istemedikçe de tahtını sağlamlaştırır durur.  Bu kimimiz için hastalıkları, kimimiz için şifası, kimimiz için üniversiteye giriş sınavı, kimimiz için doğacak olan yavrusu, kimimizinki de bizim gibi evlenmek barklanmak olabilir. Ve biz bu gündem maddelerini gündemde tuttukça da zihnimizde, bedenimizde onları yaşatır dururuz. Evet zihinde onu çarpar, buna böler, diğerini ekler bir sonuca varmaya çalışırız. Bu aslında hepimiz için çok yorucudur. Aslında çırpınır dururuz. Çırpınmak ama hem de ne çırpınmak...

      Çırpındıkça da bir sonuç gelmez, öyle ya bizim doğamıza aykırı. O anlarda tek yapmamız gereken, her nasıl bir durumun içindeysek onu kabul edip, deneyimlemek. Evet deneyimlemek. Çırpınmadan sadece deneyimlemek. Bunun için gelmemiş miydik bu dünyaya? Deneyimlemek ve keyif almak için buradaydık.

       Zaman zaman unutuyorduk bunu. Trafik sıkıştığında, hasta olduğumuzda, bir şeylere sahip olmak istediğimizde, o evi, arabayı satın almak istediğimizde...

        Sahip olma hissi elbette ki güzel bir his, elbette hepimiz istediğimiz şeyleri aldığımızı görmek isteriz fakat, bunları deneyimlemek için sadece yaşamak yeterken, çırpınmamız nedendi? Hayal kurarken her şey imkanlı gelir, sadece onu yaşarız. Hatta tadını çıkara çıkara, lokma lokma tadıp, iyice zevkini yaşayıp, o tabağı iyice sıyırıp, tadına iyice varabiliriz de; tam deneyimleme sırası geldiğinde oburlaşmamıza sebep olan şey nedir? Ben benimkini buldum "Sabırsızlık"... 

     Bunu farkettiğimde eski arkadaşım, sevgili kalça çıkığıma bir öpücük göndermeyi de ihmal etmedim, sabırsızlığım onun armağanıydı ve bir kez daha beni kabul et diyordu. Ben de memnuniyetle bir kez daha kabul ettim. Sizinki de sizin içinizde bir yerlerdedir muhakkak, sizin onu keşfedip, kabul etmenizi bekliyordur. 

       Yaşamak istediğimiz durumları yaşayan biz nasıl harikaysa, onlara sahip olamayan halimiz de en o onun kadar harika olmalıydı, onu da en az diğer halimiz kadar sevebilir, kabul edebilirdik. Ancak o zaman deneyimlemenin tadına varabilirdik. Bana bunları tekrar farkettiren kuşlar iyi ki varsınız.

O kuşları gördüğümde içimden bir ses şunları söyledi.

"Çırpınma, uç"


2 Şubat 2014 Pazar

BENİM SEVGİLİ KALÇA ÇIKIĞIM





         Bazen oturur, düşünürüm bu zamana kadar ne yaşadım, bunları yaşamamın sebebi nedir, ne öğrendim diye. Yine birgün bunları düşünürken aklıma doğuştan olan kalça çıkığım geldi. Allah allah neden olmuştu ki bu, bana ne anlatmak istiyordu? Yeni doğan bir bebeğe nasıl bir mesajı vardı? Ve ben bunu bu yaşıma kadar nasıl oldu da sormamıştım ? Heralde doğru zaman bu zaman dedim ve başladım düşünmeye. 

         Doğrusunu söylemek gerekirse kalça çıkıklığımı hatırlamıyorum sadece zaman zaman, kare kare belirli görüntüler gelir gözüme. Peki neden bu şekilde doğmuştum, ne öğrenmem gerekiyordu, öğrenmiş miydim acaba ? Bilirsiniz düşünmeye başlayınca akla gelmeyecek şeyler gelir insanın aklına, birbirine bağlanıverir düşünceler ve saklı kent görülüverir. Başladım kazmaya...

     Kalça çıkıklığım doğuştan olmuştu ve tombiş bir bebek olmamdan mütevellit doktorlar farkedememişti. Anneannem birgün kendisi teşhis koyuyor ve kalça çıkığı olduğumu farkediyor ve soluğu Bursa'nın en iyi çocuk ortopedistlerinden olan Ermeni asıllı Gayyur Kapur'da alıyorlar. Doktorum o zamanlar sanıyorum ki 50-60 yaşlarında tecrübeli bir doktordu ve beni gördüğü andan itibaren anlıyor "doğuştan kalça çıkıklığı" olduğunu ve diyor ki,  "Dua edelim de 2 bacakta birden olmasın". Dualar kabul ediliyor heralde ki, tek bacağımda olduğu ortaya çıkıyor. Tabii iş teşhis koymakla bitmiyor, hemen bacaklar alçıya alınıp demirlere bağlanıyor, bir yaşında, tam yürüme yaşına gelen, doktorumun tabiriyle minik tombiş Meltem, yürüyemiyor. Çevremdeki tüm çocuklar yürürken ben demirlere bağlanıp, kemiğin kaynamasını sabırla bekliyorum. Şanslıysam bir mucize gerçekleşecek ve ben yürüyebileceğim. Doktorum kesin bir şekilde aileme şunu diyor "Ben bu tombişi iyileştireceğim, gönlünüzü ferah tutun". Ve haklı çıkıyor; iyileşiyorum, sağlıklı ve güzelce yürüyebiliyorum... 

      Doktoruma çok şey borçluyum, o kadar harika bir insandı ki, anlatmakla bitiremem. Gerçek "insan"dı o benim için. Bana bakarken gözlerini ışıl ışıl görmek, bana kendimi gerçekten bir mucizeymişim gibi hissettirmesi, sevgisini koşulsuz şartsız herkese vermesi, herkesin içinde olan potansiyelin çıkmasına yardım etmesi benim gözümden onu en sevilen arkadaşa dönüştürüyordu. Sanıyorum ki bir tek benim en iyi arkadaşım değildi, ona gelen her çocuğun en iyi arkadaşıydı o. "İyileşmez" denen her çocuk ona getiriliyordu ve iyileşiyordu. En iyi arkadaşımdan da çok şey öğrenmiştim; işimi severek yapmayı, insanlara sevgi ve şevkat göstermeyi, çocukları sevmeyi, insanın içindeki o mucizevi potansiyeli görmeyi... Üstelik benim içimdeki mucizeyi çıkarmama yardım etmesi, inanmayı, güçlü olmayı aşılaması sayesinde, gelecekte yaşayacağım epilepsinin üstesinden kolaylıkla gelebilecek ve yine "iyileşmez" denen hastalığı iyileştirecektim. İlk adımımı geç atacaktım ama bunun karşılığında harika bir arkadaşım, inancım, umut dolu ve gerçekleşmeyi bekleyen hayallerim ve 18 yaşıma kadar en iyi arkadaşımdan her doğumgünümde aldığım kartpostallarım olacaktı, değmez miydi ?

      Hepsine değdi ve iyileştim ama şu an bile o anki halimi hissedebiliyorum; minik bir bebeğin kaldırabileceğinden daha fazla bir sabır gösterisi sergilemişim. Yürümeye can atan minik bir kalp, hayatta atacağı ilk adımı umutla bekleyen bir kalp ve arkasından gelen geç kalmışlık ve sabırsızlık hissi ve sinirlilik . Her zaman karanlık yanlar aydınlığa dönüşecek değil ya, yürümek, oyun oynamak için can atan o minik kalbim, sabırla beklemek durumunda kalmıştı ve artık hiç bir şey için beklemek istemiyordu. O zaman nasıl sabır sergilediysem, çocukluğum sabırsızlıkla geçti. Çok sabırsızdım . Ben hayatı yaşamaya sabırsızlanıyordum, geç kalmıştım, herkesten sonra atmıştım ilk adımımı. Bu yüzden hayatı hemen yaşamak için hep erken kalktım, hala da erken kalkarım. Hep sabırsızlandım bir şeyleri yaşamak için, büyümeyi, hayallerime kavuşmayı herkesten çok istedim ben, çünkü ben geç kalmıştım. Sabretmek, bir şeyi gerçekleştirmek için beklemek benim için en büyük işkence olmuştu. Bu yüzden okulda yıllık yapılan projeleri, bir haftada tamamlayıp bitirdiğimi bilirim. Kafamdakine hemen ulaşmalıydım. Hatta sabredemedim, 10 yaşımda konservatuvarı kazanarak üniversiteli oldum. İşte burada artık sabırsızlığım sökmeyecekti. Enstrüman çalmak öyle bir yıllık projeleri bir haftada yapmaya benzemiyor. Ciddi bir adanmışlık ve sabır süreci gerektiriyor. Ama ben konservatuvar hayatım boyunca yine erken kalkıyor, herkesten önce okulda oluyor ve çalışmaya başlıyordum. Burada zaman kavramımın dengelendiğini hissediyorum çünkü müzik yapmak benim için AN'da kalmak demek. Müzikte dengeleniyordum. Şimdi ki işim olan yaşam koçluğu da bana bu dengelenmeyi sağlıyor. Hem dengelenme hem arınma. Yaşam koçluğu da tam bir sabır ve süreç işi gerçekten ve elimden geldiğince insanların atmak istedikleri, atmaya cesaret edemediği, inanmadığı adımları atmalarına yardımcı oluyorum. Tıpkı bebekliğimde yaptığım gibi; sabırla, inançla, umutla onların ilk adımlarını atmalarını ve benim tombiş bir bebekken gerçekleştirdiğim mucizeyi gerçekleştirmelerini izliyorum. Süreç kısmı yine eski zamanlardaki gibi kendiliğinden geliyor, çünkü ortada gerçek bir kabul, inanç ve umut var. 

         Ve şöyle bir bakınca farkediyorum da kalça çıkıklığımın armağanları o kadar çokmuş ki. Bugüne kadar bunları nasıl farkedememişim. Her sabah hayatı yaşamak için heyecan ve coşkuyla kalkmıştım, geç kaldığımı düşündüğüm için çalışkan ve zaman yönetimini çok iyi yapabilen bir insan olmuştum, sabredemediğim için kısa sürede iyi işler çıkarmayı öğrenmiştim ve bu davranışlarım sayesinde de girdiğim alanlarda da başarı benim için çoğunlukla kaçınılmaz olmuştu. Zaman zaman bu hediyeleri görmediğimde battığım da oluyordu elbet. Çünkü kalça çıkıklığı, tanrının bana bir armağanıydı. Bu armağanı almamayı seçtiğimde, isyan ettiğimde batıyordum, başarısız oluyordum. Kabul etmeyince sanki; büyü bozuluyor, beceriksiz, zamanı boşa harcayan biri olup çıkıyordum. Ancak o kabul gerçekleştiği zaman armağanı görebiliyor ve alabiliyordum. Açıkçası bunlar kendiliğinden olmuş hep, ben bunları şu anda farkediyorum. Hala zaman zaman hediyeleri görmediğim, geri teptiğim oluyor ama artık kabul ediyorum. Evet hayatta ilk adımımı geç atmıştım ama hiç değilse atmıştım. 

             Şimdi geç kalmak mı? İyi ki o ilk adım geç gelmiş de, tombiş Meltem dün her ne olmuşsa bile her sabah hayata yeni baştan, sanki ilk adımıymış gibi heyecanla ve coşkuyla başlayabiliyor. Artık o ilk adımın hesabını sormayı bıraktım ve her gün attığım ilk adımlar için şükrediyorum.